Category Archives: Kategorilendirilmemiş

…evet, böyle bir blog vardı…

…sonra ben blog’da bıraktığım birkaç yazıdan biri olan yazıda ağlaştığım konuda o rüyama ulaştım, ulaşma olasılığı nedeniyle o vakitler içini boşalttığım blog da (öyle ya, kurcalanırsa başımı ağrıtacağı düşünülen yazılar vardı) yine o boşaltma işlemini haber verdiğim post’ta dediğim gibi; kentsel dönüşüme benzedi; ama müteahhitin binanın kaba yıkımını yaptıktan sonra durduğu, arsayı sıfırlayıp üstüne bir şey dikemediği, boyası dökük, kapısı çerçevesi sökük binalar gibi…

Her sene domain için para ödemeyi sürdürüyorum, “…dursun, bulunsun” diyerek, bugün yine bilgi güncelle maili gelince girip bakayım dedim, demişken de bu sefer bir şeyler karalayayım dedim, belki el atar arada içimi dökerim diye.

Bulunsun…


Öylesine bir “eleştiri” yazısı…

Hayatınızın en azından bir aşamasında yaptığınız bir şeylerle ilgili size geri dönüş oldu. Evde anne babanız, okulda hocalarınız, belki arkadaşlarınız, işte iş arkadaşlarınız, patronlarınız, illa ki yaptığınız şeylerle ilgili olumlu veya olumsuz size yorumda bulundular. En kötü olasılıkla aldığınız karneler bunun yazılı halleriydi, ölçülmüş şeylerdi. Aldığınız, alamadığınız zamlar…

Bugün özellikle olumsuzu yapmaktan farklı bir keyif alanlar var. Aşağı çekmek, sevilene vurmak, popüleri gömmek bir hobi haline geldi. Bunu komiklik olsun diye yapan, bunu komik ve eğlenceli bulanlar var, onlar bir kenarda. Ciddi yapanlar var, hayatta tek hazzı bunda bulan var. Her iki türlüsüyle de uğraşılamıyor.

Hepsi böyle mi peki, hayır. Eleştiri kültürümüz zayıf. Çok zayıf. Dinlemiyoruz. Hep haklıyız, haksız olduğumuz durumda da mutlaka bahanemiz var. Tartışılmaya çalışılan konuların %90’ı zaten konu içinde tutulamıyor. Haksızlığıyla ilgili köşeye sıkışan (eleştiren veya eleştirilen taraf olmasından bağımsız) cephe genişletiyor, konuyu saptırıyor, saldırıya geçiyor, bel altı vuruyor. Bunların içinden doğru düzgün, gerçekten daha iyi olmasına yönelik olanı ayıklamak da zor. Ama imkansız değil. Bu zorluk zaten zayıf olan eleştiri kültürünü besliyor ve eleştirilerin nesnesini de kolaycılığa itiyor. Siz münferiden bunun dışında kalmaya çalışıp size yönelik eleştirilere kulak verdiğinizde, halinizi tavrınızı bunlara göre şekillendirmeye çalıştığınızda ise bizzat çevreniz size “Takma bu kadar” diyor. Zayıf gözüküyorsunuz, karaktersiz belleniyorsunuz, doğrularını başkalarına göre şekillendiren, silik birisiymiş gibi bir izlenimin arkasına itiliyorsunuz. Bir noktadan sonra gelip geldiğiniz nokta da bu sefer onlara hak vermek ve size yönelik bütün söylemleri duymazdan gelmek oluyor, kalabalığa katılıyorsunuz.

Hayat dümdüz bir deneyim değil. Çatallı, dolambaçlı, yokuşlu, bazen açıktan, bazen gizli tüneller içinden, yataktan kalktığınız andan gece yeniden gözünüzü yumduğunuz ana kadar yüzlerce kez birden çok seçenek içinden birini seçip sonuçlarına katlanmak zorunda olduğunuz bir yol. Kadercilik işin kolayı. Daha büyük bir gücün o yolda yaşayacaklarımızla ilgili kararları “hayırlısı ne ise” bizim için verdiğini düşünmek ve akıntıya bırakmak bir yöntem. O yolda aldığı her kararın sorumluluğunu üstlenmenin zorluğu karşısında bu tavır, yaşayıp yaşayacağınız 50-60-70 seneyi bir nebze kolaylaştırabilir. Her yol ayrımında seçtiği seçeneğin sorumluluğunu kabullenmek, ancak her an, her koşulda en doğru seçimi yapamayabileceğini bilmek, sonuçlarla karşılaştıkça bunları gözden geçirip çıkarması gereken dersleri çıkarabilmek, ancak bunu pişmanlık veya sürekli bir maziyle kavga haline getirmeden yapabilmek ise bir başka seçenek. Milyarlarca insanın üzerinde yaşadığı bir gezegende, her bir bireyin her an birden çok şeyin içinden bir şeyi seçtiği bir evrende her şeyin istediği gibi gerçekleşemeyeceğini bilmek ve ancak kendi tesir alanı üzerinde, onda bile çok kısıtlı bir etkiye sahip olacağını bilebilmek de bir başka huzura kaçış olabiliyor ama bunu seçen gerçekten çok ama çok az.

Eleştiri kültüründen, neden buraya geldim, şundan; yaptığınız veya yapamadığınız, veya yapmamayı seçtiğiniz herhangi bir şeyle ilgili size gelecek herhangi bir eleştirinin sizde bir karşılığı vardır. “Şundan dolayı böyle yaptım” diyebilirsiniz. Bu basit bir seçim olabilir, karmaşık bir seçim olabilir, verdiğiniz cevap mazeret olmanın ötesinde olduğu sürece eleştiren tarafta bir tatmin veya tatminsizlik yaratmalıdır. Hayatta her şey objektif olmadığı için, karşıda tatmin yaratmayan bir şey bile “sizin için” doğruysa doğrudur ve eleştirenin bunu çok zorlaması durumu işleri sarpa sardırır. Anlaşamamak da her zaman bir seçenektir.

Bizde bu mekanik içinde sorunlar şunlar; eleştirenin aslında öğrenmek istediği bir şey yok, soru sormuyor, hüküm vermiş, tek derdi muhatabına teyit ettirmek. Ettirene kadar da vurmaya doymuyor. Veyahut eleştirenin niyeti gayet yapıcı, ancak eleştirinin muhatabının hatasını kabul etmek gibi bir niyeti yok, kendisine ne kadar haklı argümanlar sunulursa sunulsun karşısındakinin haklı olabileceğini kabul etmeye en ufak bir niyeti bile yok.

Bunların her ikisi de yukarıda dediğim nedenler de dahil olmak üzere, konuşmayı, tartışmayı, karşılıklı alışverişi şu veya bu nedenle ve şekilde imkansız hale getiriyor. Eleştiren istediği yere sıkıştıramadıkça zamanında çözülmemiş eski defterleri açıyor, konuyu genişletiyor, karşısındakini köşeye sıkıştırmak için topla tüfekle saldırıyor. Eleştirilen kendisine “Haksız da olsan kabul etme, kendi doğrularını mutlaka empoze et, dik dur, eğilme” gazı verildiği için, en doğru eleştiriyi bile kendi kontrolü dışındaki nedenlerin üstüne atıyor, geri adım atmıyor, kendisine eleştiri getireni mutlaka başka hesap kitapların peşinde olmakla itham edip provoke ediyor, kendisinin haksız olduğuna içsel olarak ikna olsa bile bunun olduğu anda cephe genişletme işine bu kez kendisi soyunuyor.

Bunları her gün, her an, mütemadiyen yaşıyoruz. Politika, sanat, spor, istisnasız bunun etrafında dönüyor ülkede. Hiçbir şey iki boyutlu değil, çoğu şey için üç boyut bile yeterli değil. Bize empoze edilene göre, her konuda mutlaka bilmediğimiz ancak dile getirilemeyecek gizli gerçekler var ve bunları bilmiyor olmamız bizim için daha hayırlı. Çok net ve gözle görülür, siyah-beyaz, I/O şeyler için bile bu böyle.

Kimsenin hatasını kabul etmediği, herkesin kendisi dışında herkes ve her şeyde hata aradığı, bulduğu ve bulduklarında da hatalı olmak için kendine hiç pay bırakmadığı ve bütün bunların arkasında da aslında son derece karmaşık bir gerçekler yumağı bulunan bir ortamda herhangi bir konuyla ilgili fikir sahibi olmak da teoride imkansız. İşin daha enteresan tarafı ise, fikir sahibi olmanın teoride imkansız olduğu bu ortamda herkesin aslında başkasından duyduğu ve çok beğendiği için papağanlaşarak kendi fikri olduğuna emin olduğu binlerce çok büyük, çok geniş, çok derin ve çok doğru milyonlarca konuda trilyonlarca fikri var.

Uzayda bir boşluğu aynı anda iki farklı madde dolduramazken, aynı anda var olması mümkün olmayan bu trilyonlarca fikir her nasılsa var oluyor ve hepsinin de sahibi bunların doğruluğu ve gerçekliğinden emin.

Çok temel bir zihinsel karmaşanın üzerinde, çok temel ve çözülmesi artık imkansız gözüken bir çelişki yumağının içinde, insanlara sakin sakin laf anlatmaya çalışmak da, hayatın ve kararların durumsallığına inanan, kaderci olmayan, aklını fikrini bilimsel şeyler üzerinde temellendirerek şekillendirmeye çalışanlar için ahir ömrün en büyük eziyeti, laneti. Lanetimiz…

Belki bu yazıdan hareketle başka konulara da girerim…


Rüya – Reloaded

2010’da yazmıştım bunu. Üzerine yeniden yazmaya değer hale geldiği için önce bunu paylaşmak istedim, yeniden, beş sene sonra… Gecikmiş bir #tbt gibi…

Bir dönem e-mail gelen kutularına Nazım Hikmet veya Can Dündar imzasıyla düşen bir şiir var “Basit Yaşamak” diye. Aslında bu iki ismin değil, Yalçın Ergir’in, Düş Hekimi’nin yani.

Şahsen de tanıdığım ve birlikte futbol, basketbol oynadığım Yalçın Ergir bu şiiri yazdığında nasıl bir ruh halindeydi merak ederim. Olasıdır ki, benim şimdi içerisinde bulunduğum ruh halini çeyrek geçe filandır… veya değildir, bilemiyorum.

Dün twitter’da kustum biraz akşam üstü. Konu şuydu; hayatını basit, devam ettirmeye yetecek kadar, hayalleri olmadan veya küçük ve kolay ulaşılabilir hayallere sahip olarak devam ettirebilenleri kıskanır hale geldim.
Neden?
Çünkü kendimce hayatımı ciddi şekilde değiştirebilecek bir hayalim var. Telafisi zor, bundan 14 sene önce verilmiş bir karar var. O çocuk aklıyla yapılmış, saçma, 14 sene sonrası düşünülemeden verilmiş bir karar; meslek seçimi! Ve yanlış, külliyen. Değiştirmeye kalkınca ise, üniversitede aldığım yegane finansal ders olan “Genel Ekonomi” dersinden günlük hayatıma sokabildiğim tek kavram olan “Fırsat Maliyeti” buna engel. Şu anda idame ettirdiğim hayatımdan vazgeçerek o yola girdiğimde ortaya çıkan maliyeti karşılama şansım yok. Maddiyat manevi tatminin çok önünde.
Ve bu yüzden, bugün, o günden 14 sene sonra, asıl iyi olduğumu düşündüğüm, asıl yaparken zevk alabileceğim hissine kapıldığım işten çok uzağım.
Dışarıdan bakanlar yakın, hatta içinde görseler de öyle değil. Karım bile “Ne güzel, hayalin var işte ve onu kovalıyorsun, gerçekleştirme ihtimalin var” diyor. Halbuki o hayali kovalarken, sahip olmak istediğim şeye sahip olan herkes, istisnasız ve ısrarla şöyle diyor: Beklediğini bulamayacaksın, sevmeyeceksin, bilakis, sevdiğin bir şey çirkinleşecek, ellerinden gidecek, kaybedeceksin onu da. Gelme, yapma. Gelemezsin, yapamazsın.
Böyle olunca, tiksindiğin, her gün üstüne üstüne gelen, her sabah uyandığında o yataktan çıkmama isteğini körükleyen mevcut hayatın, o hayalin ağırlığı altında ezilmeye başlıyor. Bir an önce oraya varmak, bir an önce sahip olmak ve orada yürümek. Olmadıkça, o gün gelmedikçe gırtlağına bağlı bir iple seni yukarı çeken o balon daha da şişiyor, daha çok sıkıyor boğazını. Uçmak üzere olmakla boğulmak arasında kalıyorsun.
Velhasıl:
“Basit yaşayacaksın
Mesela susayınca su içecek kadar basit
Dört çıkacak ikiyi ikiyle çarptığında…”